SANAYİCİLERİN SESİNE KULAK VERMELİ (29.11.2019 / DÜNYA)
Bir yanda İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’ın, diğer yanda da Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir’in beyanatları dikkatimi çekti önceki gün. Farklı şeylerden söz ediyor gibi görünseler de, aslında her ikisinin demecinin de ortak noktası, geleceğe daha umutla bakabilme odaklı idi. En azından ben resmi öyle okuyorum.
İstanbul Sanayi Odası (İSO), elbette ülke genelinde büyük bir yüzdeye sahip sanayicilerin sesini oluşturuyor. İSO üyeleri tarafından yaratılan katma değerin Türkiye sanayi sektörü içindeki payı yüzde 41,6 iken, Türkiye sanayi sektörü üretiminin ise yüzde 37,2’sini gerçekleştirmekte. Türkiye sanayi sektörü istihdamı içindeki payı ise yüzde 31,9. Başkan Erdal Bahçıvan, pek çok kesim tarafından saygı duyulan bir iş adamı. Uzun zamandır takip ettiğim açıklamaları içerisinde bu talebini ilk kez bir tür haykırış olarak algıladığımı itiraf etmeliyim. Ama haklı bir haykırış. Bahçıvan, reel sektörün finansmanı konusunda en önemli kırılganlığın döviz borcu ve bunun oluşturduğu bilanço riski olduğunu belirterek, "Sanayiciler, keyfiyetten değil uygun maliyetli TL kredi bulamadığı için dövizle borçlandı. Bugün kur riskini üzerimizde taşıyoruz. Yüksek döviz borçlarının TL’ye döndürülmesi konusunda teşvik edici bir model sunulmalı." diyerek, sanayicilerin borç yükünün hafifletilmesi gerekliliği konusuna dikkat çekmiş oldu. Peki neydi başkanı bu açıklamaya iten.
Türkiye’de sanayinin gelişmesine tarihsel olarak baktığımızda, borçlanmanın en yüksek olduğu alanın burada olduğunu görebiliriz. Öz kaynak sıkıntısının çekildiği ve yatırımların da bir hayli yüksek olduğunu düşündüğümüzde borçlanma elbette kaçınılmaz hal alıyor. Gelin görün ki, yine aynı gün İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin başarı hikayesinin ancak üretim ve ihracat ile yazılacak dediği üreticilerimizin, yani sanayicilerimizin, ekonominin daraldığı dönemde uzun vadeli, uygun maliyetli TL kredi bulamadıklarına şahit olduk. İşte bu durum sanayicinin ister istemez yurt dışı kaynaklara yönelmesine sebep olurken, kur riskini de taşmalarına neden oldu. Tabir bana ait, geceleri rahat uyku uyuma şansları da ortadan kalkmış oldu, döviz borcu demek rahat uyku uyumamak demek. İşte bu yüzdendir ki Sayın Bahçıvan tüm sanayiciler adına, yüksek döviz borçlarının TL’ye döndürülmesi konusunda teşvik edici bir model beklentilerini dile getirdi.
Türkiye ekonomisinin, önündeki en temel sorunun makul, sürdürülebilir, nitelikli ve kaliteli büyüme sorunu olduğunu dile getiren Bahçıvan, "Ekonomik kalkınma ve refah yaratan kapsayıcı bir büyüme özlemimizdir. Bu çerçevede yüksek büyüme-yüksek cari açık kısır döngüsünden kalıcı olarak çıkılmasını sağlayacak yapısal reformların artık daha fazla zaman yitirilmeden kararlılıkla hayata geçirilmesinin zamanı geldiğine inanıyoruz. Türkiye’nin krize davetiye çıkaran dopingli büyüme arayışlarına artık son vermesi gerekiyor. Zira, kısır bir döngüye yol açan bu durum, Türkiye ekonomisinde büyük zorluklarla, özveriyle inşa edilen üretim merkezlerini tahribata uğratıyor. İstihdam kayıplarına neden oluyor. Kaynak israfına yol açıyor.” derken, sağlıksız ve hormonlu bir büyümeden ziyade sağlıklı, nitelikli ve sürdürülebilir büyümenin öneminden söz etti.
Ankara Sanayi Odası’nın (ASO) resme nasıl baktığına ve başkanın açıklamalarına bakmakta yarar var. ASO’da üyeleri ile ülke üretiminde önemli bir güce sahip. Kıymetli Başkan Nurettin Özdebir ile daha önce NTV’de birlikte bir programda yer almış ve ilk kez orada tanışma fırsatı bulmuştum. Sözünü esirgemeyen ve sanayiye gönül vermiş bir başkan. O da 2020’ye daha umutla girme arzusunda olmalı ki, geleceğe dair biraz daha pozitif mesajlar vermiş. Özdebir’e göre yıllık bazda 12 ay sonra gelen pozitif rakam (sanayi üretimi) toparlanma açısından önem arz ediyor. Durum önceki çeyreklerdeki negatif büyüme performansı dikkate alındığında elbette biraz daha pozitif yorumlanabilir. Ama elbette istenilen seviyelerin ve hedeflerin altında. Başkan Özdebir "Geçen yıl maruz kaldığımız kur şoku nedeniyle makroekonomik dengelerdeki bozulmanın ardından gerek hükümetimizin uygulamaya koyduğu politikalar, gerekse milletimizin kararlı duruşu sayesinde bugün gelecek güzel günlerin hayalini kurabiliyoruz. Bu ay açıklanan bazı makroekonomik değişkenlerdeki iyileşmeyle birlikte kötü günlerin geride kaldığını söyleyebilmek hepimiz açısından mutluluk verici." derken, geçen yıl ekimde yüzde 25,24 olan enflasyonun bugün yüzde 8,55 seviyelerine kadar düşmesinin önemine işaret etti. Özdebir “Öte yandan, yılın sonuna yaklaşırken asgari ücret tartışmaları başladı. Devletimiz gelişmiş ülkelerde olduğu gibi asgari ücret üzerinden alınan vergileri kaldırsın ve bu şekilde destek olsun çağrılarımı tekrarlamak istiyorum." diyerek yine devlete önemli bir talebi iletmiş oldu.
Asgari ücret konusu daha çok su götürür ve üzerine epeyce konuşulur, ona şüphe yok; ancak şu dönemde sanayicinin sesine kulak vermek ve üreticiyi rahatlatmak; büyüme ve enflasyon açısından olduğu kadar, istihdam açısından da önem arz ediyor. Geçtiğimiz gün Sarar Giyim tarafından yayınlanan ve tüm kamuoyunda yer bulan üretimi kısma duyurularına bir yenisinin daha eklenmemesi için belki de en çok sanayicinin yanında olunması gereken dönemdeyiz. Demedi demeyin…
HOŞGEL VOLKSWAGEN (22.11.2019 / DÜNYA)
Geçtiğimiz günlerde sosyal medya üzerinden Volkswagen’in Türkiye’ye kesin olarak geleceği yönündeki duyumumu dillendirdim. Pek çok kişiden telefon veya mesaj aldım; kaynağınız neresi diye. Ben de arayanlara kaynağın kim olduğunu bir kenara bırakıp, doğruluğundan şüphe etmeden, fayda ve olacakları konuşalım ne dersiniz dedim. O yüzdendir ki gündemimizde önemli bir yer tutan bu konuyu köşeme taşıyayım istedim.
Duyumum doğru, ama kaynağını belirtmem pek de mümkün değil. Fakat öncelikle ülkemiz orjinli bir duyum olmadığını söylemek isterim. Bahse konu fabrikanın ülkemizde kurulacağı ve birazdan bahsedeceğim detayları Almanya’daki güçlü bir kontağım aracılığı ile edindiğimi söyleyebilirim. Dediğim gibi, kaynaktan ziyade bizi nelerin beklediğini bir konuşalım isterim.
Volkswagen (VW) firmasının Türkiye’de fabrika kuracağı ve bunun için Manisa’da 943,5 milyon TL sermaye ile bir şirket kurduğu haberi ilk olarak 3 Ekim’de basında yer aldı. Ardından 15 Ekim’de VW yatırımı erteledi ve Türkiye’ye gelmekten vazgeçti haberi gündeme düştü. Dünya devi bir otomobil firmasının Türkiye’de şirket kurup 12 gün sonra vazgeçtim demesi için, ya ülkede büyük bir deprem olması, ya önemli bir savaşa girme kararı veya bir darbe gibi olağanüstü bir durumun olması gerekir. Bunların hiçbirisi olmadığına göre, bu dev firma 12 günde karar değiştirir mi, elbette hayır. Bahse konu ülke Almanya. Gel gelelim, biz yine asparagas haberler ile boşuna gündemimizi meşgul etmekle kalmayıp, gereksiz de efor harcıyoruz.
Manisa’nın Yunusemre ilçesinde kurulan şirketin fabrikasının da, yine bu bölgede olması öngörülüyor. Edindiğim bilgilere göre 2022 yılında ilk otomobil üretimi başlıyor olacak. Ve o yıl için öngörülen üretim miktarı ise; net 240.000 gibi bir rakam. Türkiye’nin kamu adına bunun 38.000-40.000 civarını alacağının görüşüldüğü de ge gelen haberler arasında. Ülkemizde Seat’ın ve Skoda SuperB modellerinin üretileceği ise neredeyse kesin. Türkiye’nin de önemli bir pazar oluşu, eminim ki Bulgaristan yerine tercih edilmemizde önemli bir rol oynamıştır. 5.000 civarı istihdam yaratacak olması elbette sevindirici.
Benim sosyal medya paylaşımımdan sonra gelen yorumların her birisi ayrı bir çarpıcılık içeriyordu. Ancak en çok birbirine benzeyen yorum, “Türkiye 80 milyon nüfuslu bir pazar elbette ülkemize yatırım yaparlar” şeklinde idi. Aslında Türkiye’de fabrika kurmasa da Doğuş Otomotiv aracılığıyla ülkemize yeterince ve hatta fazlası ile araç satmayı başaran bir marka olduğunu da biliyoruz. Ancak Türkiye’de olması halinde hiç şüphesiz kamuyu da bu kapsama dahil etme olasılığını yükseltiyor olacaktır.
Şimdi biz; halen yaratılmış ve dünya markası olmuş bu devlerin Türkiye’ye gelip yatırım yapmalarına, istihdam yaratmalarına sevinirken, aynı anda, böylesi dev markalara sahip olamadığımız için; istenilen düzeyde katma değer yaratamadan, başkalarının hep fason üreticisi rolünde kaldığımız için burukluğu da beraber mi yaşayalım. Elbette yaşayacağız; dikkat ederseniz sevinelim mi üzülelim mi ikilemini yapmadım. Kısa ve orta vadede yabancı sermayenin gelişi için elbette mutlu olabiliriz; ancak üzerimize yapışan sadece fason üretim yapan ülke rolümüzden kurtulmayı da hedeflemeliyiz. Yerli marka otomobil projesinin kısa hatta orta vadede bunu sağlaması elbette çok zor. Aslında otomotiv tarafında bu hedefe varmak büyük sabır istiyor. Ancak bizim uçak sanayi gibi, motor sanayi gibi, tarımsal ürünler gibi, değer katarak ülke ihracatını arttıracak ve ülkeye kar da bırakacak sektörlerimiz var.
Geçtiğimiz hafta Ankara’da TEDAR ile ASELSAN işbirliği ile düzenlenen bir organizasyona panelist olarak katıldım. Ortalama her hafta bir panelde konuşan, konuştuğu kadar da dinleyen birisi olduğum için; savunma sanayimizin gelişen teknoloji ve geldiği ileri noktaların yanında, ülkeler arası gerginliğin sonucunda istenilen düzeyde ihracata erişemediği gibi, ABD ile yaşanan belirsizliğin doğurduğu veya doğuracağı neticelere dair de motivasyonların düşük olduğunu sezinledim. En önemli ve gelişme potansiyeli en yüksek sektörlerden bir tanesi savunma sanayimiz. Otomotiv kadar yüksek hacimlere henüz ulaşmamış olsa da, eminim bu sektörümüz güzel yerlere gelecektir.
Otomotiv tarafında TAYSAD, OSD ve ODD gibi çok önemli sivil toplum örgütlerimizin çabaları takdire şayan. Ancak günün sonunda; dünya ticaretinde önemli ve kar eden bir rol sahibi olmayı başarmak, diğer bir deyişle yön verici olmak önemli ve gerekli. Aksi halde başkaları tarafından oluşturulan senaryoların içerisinde sadece yönlendirilen bir oyuncu rolünü üstlenip; rolünüzün bir gün son bulmasından endişe eder halde bilinmezi bekler oluyorsunuz. Oysaki bizim artık ülke olarak senaryonun içerisindeki oyuncu değil, oyuncuları seçen senarist rolünü almamızın zamanı geldi. Geldi de umarım geçmiyordur…
AMAN İTHALATÇILAR DİKKAT, VERGİ SİZİN VERGİNİZ… (15.11.2019 / DÜNYA)
Neye dikkat, nasıl dikkat dediklerini duyar gibiyim ithalatçıların. Yine yeni bir uygulama mı geliyor, eyvah eyvah diyenleri duyar gibiyim. Hayır bu defa ben işin bambaşka bir noktasına dikkat çekmek istiyorum; özellikle ithalat yapan firmalarının farkında olmadan yaptıkları önemli bir yanlışa dikkatlerini çekerek, yarın yaşayabilecekleri olası bir sıkıntı hakkında onları bilgilendirmek istedim bu defa. Üstüne bir de yeni bir oluşum olan “Dış Ticarete Yön Verenler Derneği” (kısaca DIŞYÖNDER) Başkanlığı şapkasını da taşıdığım için konunun öneminin altını bir kez daha çizmenin yararlı olacağını düşünüyorum.
Genelde ben dış ticaretçiler diye hitap eder, pek de ithalatçı ihracatçı diye ayırmazdım, ama bu kez konu ağırlıklı ithalatçıları ilgilendiriyor. Aslında geçtiğimiz hafta da kalem aldığım Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yürütülen Kayıt Dışı Ekonomi ile Mücadele AB projesinin “Dış Ticaret” alt başlığını görüşürken ve biraz da programı bizzat yönetiyor olmamın da etkisi ile bu konunun önemi aklıma geldi, itiraf edeyim. Ve hatta orada kullandığım bir cümle de kendi kendime çağrışım yaptırdı. Kayıt dışılığı sadece bir evrağın veya gelirin beyanını eksik göstermeye yahut göstermemeye dair bir konu olarak düşünmeyelim, firmalar arasındaki adaletsizliği ve haksız gelir ve kazanç elde etmeyi de ortadan kaldırmak olarak görmeli ve her uygunsuzluk ile mücadele etmeliyiz demiştim. Buradan bakın konuyu nereye bağlayacağım.
İşletme sahipleri ve yöneticileri pek ala bilirler ki, devlete belirli dönemlerde ödenen vergiler ve yükümlülükler vardır ve bunlar elbette firmaların sorumluluğundadır. KDV gibi, Kurumlar Vergisi gibi, Damga Vergisi gibi veya Stopaj gibi. Keza SGK’ya yatırılan sigorta primleri de aynı şekilde bir yükümlülüktür. İthalatçı, ihracatçı veya iç ticaret ile uğraşan herhangi bir firma bu vergi ve yükümlülüklerinin Mali Müşavir veya Serbest Muhasebeciler tarafından yerine getirilmesini ve kendilerine belli bir vade ile ödemeyi hiçbir zaman teklif etmedikleri gibi, böyle bir ne alışkanlık, ne de kültür zaten hiçbir şekilde yok iken, ithalatçı firmaların Gümrük Vergilerini onlar adına Gümrük Müşavirlerinin ödeyip, üstüne bir de vadelendirmeyi bekliyor olmaları acaba ne denli doğrudur? Eminim bu sektörlerde olmayanlar okuduklarında bir hayli şaşıracaklardır. Uzun yıllarını bu sektöre vermiş, hali hazırda halen girişimci olarak bizzat sektörün içerisinde yer aldığım için, ne yazık ki bu tabloyu yakından görebilmekte ve gözler önüne serebilmekteyim. Burada bahse konu yanlışı düzeltmek en az ithalatçı firmalar kadar biz Gümrük Müşavirlik firmalarına da düşmekte. Tasvip etmeyip uygulamadığımız bir yöntem, ancak biliyorum ki sektörde sıkça uygulanıyor.
Genel anlamda müşavir tanımına baktığımızda, belirli bir konuda bilgi ve uzmanlık sahibi olan, bilgi ve görüşlerinden yararlanmak üzere görevlendirilen veya yasa ile tanımlanmış kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu unvanlar ülkemizde yasa ile asgari nitelikleri belirlenmiş ve ancak bazı koşul veya sınavlar sonucunda elde edilebilen uzmanlıklar ile hak edilmekte olup, Gümrük Müşavirliği mesleği hem staj hem de sınav başarısını gerektiren son derece saygın bir meslek. Ama ne yazık ki özellikle ithalatçı firmaların da burada durumdan memnuniyetleri ile müşavirleri bir tür finansman sağlayıcı gibi görmeleri ve arasındaki haksız üstünlüklere sebebiyet vermesi, mesleğin saygınlığına gölge düşürmekte.
Her işte ehil insan desteği önemli; boşuna ehil denilmemiş. Ancak konu bir de gümrük olunca, gerek oluşabilecek önemli kayıplar, cezalar ve en önemlisi de devlete karşı olan sorumluluk açısından beyanın doğru yapılması son derece önem arz etmekte. Yanlışlığın oluşması ile ortaya çıkabilecek olası bu türden maliyetlerin firmalara büyük yaralar açabileceğini unutmamak gerekir. Devletle ilişkinin çok yoğun yaşandığı gümrükleme işlemlerinde örneğin günde on ihracatı olan bir firmanın, tam on kez devlete yeni bir beyan verdiğini asla unutmaması, onu temsil eden temsilcinin meslek erbabı olmasının ve repütasyon gücünün varlığı da hep göz önünde bulundurulmalıdır. Günümüzde ülkemizde toplanan verginin en büyük bölümünün gümrükler tarafından toplanıldığı da göz önünde bulundurulduğunda mesleğin önemi daha da fazla anlaşılabilmekte. Gümrük Müşavirliği; sorumluluğu yüksek, ticaret var oldukça da onunla hep yaşayacak bir meslek dalı.
Umuyorum bu yazım ithalatçı firmaların bu meslek erbaplarının vergilerini finanse eden bir hizmet sağlayıcı olarak görmeleri yerine ne denli kritik bir role sahip danışmanları olarak görebilmelerini sağlamaya yarar. Diğer yandan da gerek firmaların gerekse bu tür uygulamalar içinde olan Gümrük Müşavirlerinin haksız ve yanlış bir uygulama içerisinde olduklarını görmelerini de sağlamaya yarar. Zira; alanın da verenin de razı görünmesi yeterli bir bakış açısını oluşturmaz. Bu durumdan memnuniyet duyarak “bu da nereden çıktı şimdi” diyen ithalatçılarımızın devletin vergi kaybına yol açacak bir duruma sebebiyet vermesi sebebi ile yarın hukuki olarak zor durumda kalacakları bir gelir-gider ilişkisinde olduklarını unutmamaları gerekir. Gerçekte bu konuda en güzel çözümün ve en doğru uygulamanın; aynen Onaylanmış Kişi Statüsü yahut Yetkilendirilmiş Yükümlü uygulamalarında olduğu gibi vergilerin her tür durumda, ancak ithalatçı tarafından ödenebildiği bir sistem olduğunu görmek gerekir. Zira peşin ithalat yapmadığı için ithalatçının %6 KKDF ödemesini zorunlu kılan bir sistem içinde olduğumuzu düşündüğümde, tezim hiç de yanlış gelmeyecektir.
STANDARTLARIN ESİRİ OLMAK YA DA OLMAMAK (01.11.2019 / DÜNYA)
Konuşmacı olarak davet edildiğim pek çok ortamda söze girerken, dünyayı kimlerin yönettiğini, başka bir anlayış ile kimlerin yaşamımıza yön verdiğini sorarım hep. Pek çok cevap gelir; güçlü devletler, sanayiciler, ekonomistler, devlet adamları, siyasiler v.s.v.s. Aslında hiçbirisi yanlış değil, hepsinin elbet payı var; ama benim yaklaşımım bir parça daha farklı.
Önce kısaca Dünya Ticaret Örgütü’nün var olma sebebini açıklarım klasik; güçlü devletlerce kurulmuş, ana fikri dünya üzerindeki ticareti olabildiğince serbest kılmayı hedefleyen ve bu yönde de ülkeler arasındaki ticaretin kurallarını düzenleyen, aslında daha çok engelleri ve engellemeleri ortadan kaldıran bir kuruluş olduğunu anlatır, akabinde şunu sorarım; bir işi hızlandırmak, pratikleştirmek, çabuklaştırmak ve arttırmak istiyorsak bunu ne ile sağlarız. Genelde de doğru cevabı alırım, elbette standartlar yaratmaktır cevap. Standartlar, her zaman hayatı kolaylaştırdığı gibi hız ve ivme de katarlar. Bir süre sonra öyle bir hale gelirler ki, onlar mı bize hükmeder, biz mi onlara bilemeyiz. Bir bakmışız ki standartlar bizim hayatımıza tümüyle yön vermeye başlamış ve biz onların içinde kaybolmuşuz. Pek de farkına varmadan yaşantımıza soktuğumuz öyle çok standart var ki. Ama ben evvela yukarıdaki soruma geri döneyim. Dünyayı böylesine hızlandıran, diğer bir deyişle uluslararası ticaretin artmasına neden olan ve bundan aslan payını alanlar dediğimizde, benim cevabım hep “markalar” olmuştur. Standartların oluşmasını sağlayan da yine markaların ta kendisi değil midir? Nasıl mı?
Şöyle bir arkamıza yaslanıp düşünelim. Tüm dünya insanları hep topu bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar telefon markasını kullanır durumdayız. Hepimiz iki işletim sisteminden birisini kullanıyoruz; ya IOS, ya Android. Bilgisayarlarımızdaki tüm işletim sistemleri aynı ve neredeyse herkes aynı programları kullanıyor. Tüm dünya birbirine çok yakın müzikleri dinlemeye başladık, aynı şekilde giyiniyor, aynı facefood markaları ile besleniyor, aynı spor markalarını giyiyoruz. Aynı arabalara biniyor, aynı sosyal medya dünyasında geziyoruz. Yakındır, tüm dünya aynı dili konuşmaya doğru hızla yol alıyor, ticaret yaşamında bu neredeyse olmuş durumda. Dünya ne kadar hızla globalleşir ise, bu büyük markalar da o kadar kolay yanı başımızda oluyor. Hele ki bir de internet hızını koyduğumuzda artık uluslararası ticaretin de, seyahatlerin de, e-ticaretin de önünde hiç kimse duramaz hale gelmiş durumda. İddia ederim, uluslararası şirket hisse satışlarının hızlanması bile IFSS’e, yani Uluslararası Finansal Raporlama Sistemi’ne bağlıdır. Şirketlerin kolay değerlenmesi; dört dev finans kuruluşunun varlığı hisse el değişimlerini inanılmaz hızlandırdı. Uluslararası Ticaretin yani tüketici kullanımının hızlanmasında elbette uluslararası kuralların da payı büyük. İşte sadece bu sebeple bile diyebileceğimiz bir kuruluş da ICC. Yani Milletlerarası Ticaret Odası. Ticaretin ortak iki noktası olan eşyanın hareketi ve paranın hareketine getirdiği standart diller, dünyanın neresinde olursa olsun iki tüccarın rahatça aynı dili konuşmasını sağlar nitelikte. Aslında her şey benim çocukluk dönemimde, yani 1970’li yıllarda televizyondaki Amerikan filmleri ile başladı. Orada bize empoze edilen bir kültürün gelecekte dünyaya hükmedeceğini o gün hiçbirimiz fark etmedik. Koladan hamburgere, pop müzikten blue jean pantolona, kahve kültüründen özgür yaşam biçimine kadar pek çok şey yavaş yavaş önce Hollywood kanalı ile, sonrasında da internet sayesinde yaşamımızın parçası haline geldi.
Bu görüşlerimden sakın ola globalleşmeye veya serbest ticarete karşı olduğum düşünülmesin. Sadece gözümüzün önünden çok hızlı akan bu değişim rüzgarına dikkat çekmek istedim. Düşünsenize tüm dünyada trafik lambaları aynı renk olmasa idi veya trafik kuralları aynı şekilde işlemese idi yahut İngilizce yaşamın içerisinde bu denli ortak dil olmasaydı, bizler bu kadar bol seyahat eder ve her şeyden bu kadar kolay haberdar olabilir miydik. Öylesine bir hız dünyası ki bu neredeyse farkında olmadan tüm dünya aynı standartlar ile yaşar hale gelmişiz bile.
Markaların söz sahibi olduğu bir dünyada dış ticaretin azalmasını beklemek ve korumacılık çok da inandırıcı gelmiyor insana. Ama her gelişimin bir yan etkisinin de olacağını düşünmek lazım. Markaların gücü kadar üreticilerin de bir gün dünyaya hükmedeceğini çok da hesaba katmadı markaları yaratan Batılı ülkeler. Endüstri 4.0 ile başlayan dijitalleşme akımının temelinde dahi emin olun bu olgu yer almakta. Aslında farklında olmadan ticaret savaşlarının sebebine dem vurmuş oldum. Varın tüm bu yazdıklarımdan sonra, ötesini siz yorumlayın.
ABD GERİ ADIM ATTI, ACABA NE KADAR SAMİMİ? DIŞ TİCARETİMİZİ VE DOLARI NELER BEKLİYOR? (25.10.2019 / DÜNYA)
ABD Başkanı Trump, Beyaz Saray'da, dün sona eren Barış Pınarı Harekatı'na 120 saatliğine ara verilmesine ilişkin anlaşmanın ardından, Türkiye'ye 14 Ekim'de getirilen yaptırımların kaldırılması için Hazine Bakanlığına talimat verdiğini açıkladı. Menfaat dünyası deriz ya bazen, bu örnek tam da ona uydu sanıyorum. Gerekçenin Türkiye ve Suriye sınırındaki son durumla ilgili olduğunu hepimiz bildiğimiz için bu konuya tekrar girmeyeceğim. Ama bu durum bize nasıl yansıyacak ona bakmak daha öncelikli olsa gerek.
ABD Hazine Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, Türkiye'ye Barış Pınarı Harekatı nedeniyle uygulanan yaptırımların kaldırıldığı bildirildi. Buna göre, Milli Savunma Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ABD'nin yaptırım listesinden çıkarıldı.
ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırımları deyince ekonomik olarak uyguladığı kısıtların kaldırılacağı sonucunu da çıkartmak gerekiyor. Bu konudaki adımları önümüzdeki günlerde görüyor olacağız, beklentimizi bu yönde tutmak durumundayız elbette. 2017 yılında Türkiye olarak ABD’ye ihracatımız bir önceki yıla göre %30,7 oranında artış göstermiş ve 8,7 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, 2008’e de iyi başlanılmıştı. Ülkemizden ABD’ye en çok ihracat gerçekleştirdiğimiz ürünler, demir-çelik ürünleri ile otomotiv aksam ve parçaları olup, yanı sıra tekstil ve hazır giyim, tarım ürünleri, makine ve hava taşıtları ile bunların aksam ve parçaları da ABD’ye ihraç ettiğimiz diğer ürünler arasında yer almakta. Öte yandan ABD’den gerçekleştirdiğimiz ithal ürünlerini incelediğimizde, yine demir çelik ürünleri, hava taşıtları, uzay araçları, pamuk, turbojetler, yatlar, taşkömürü, ilaç başta olmak üzere, pek çok ürünü ithal ettiğimizi gözlemlemekteyiz.
Türkiye – ABD arasındaki ticari ilişkilerin boyutu çok da yüksek olmasa da ABD’nin ekonomimiz üzerindeki etkisinin her zaman yüksek olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde ABD'nin korumacı ekonomi politikaları ve ticari kararlarının geleneksel müttefiki konumunda olan AB'yi de etkilemesiyle yaşanan rahatsızlık ve soğuk savaşlar direk ve endirek olarak bizi de etkilemeye başlamıştı. ABD'nin, Trump ile yürürlüğe koyduğu ithal çelik ve alüminyuma ilave gümrük vergileri uygulama kararına AB ülkelerini de dahil etmesi son olarak otomobili da buna ilave etmesi, karşı hamle olarak AB’nin, 22 Haziran'dan itibaren ABD'den ithal edilen 25 farklı ürüne gümrük vergisi yürürlüğe koyması ve bu tarz tedbirleri arttıracağını işaret etmesi, ardından ABD’nin de bu karara istinaden Avrupa'dan ithal edilen tüm araçlara yüzde 20 ek gümrük vergisi uygulama tehdidinde bulunması ile bu savaş bir süredir devam etmekte idi. Ardından Türkiye’nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemlerini teslim alması durumunda yürürlüğe koymak üzere üç yaptırım paketi devreye alması halen hafızalarımızda. Otomotiv sektörü ve demir çelik sanayimize yönelik kısıtların yanı sıra, özellikle uçak sanayi ve savunma sanayi sektörlerinin de geleceğe dair belirsiz bir duruma düşmüş olması da başta dolar üzerinde olmak üzere ekonomimiz üzerinde bir olumsuzluk yaratmış idi. Ben bu olumsuzlukların tümünün yeniden olumlu yöne kayacağı görüşünü taşıyanlardanım, izleyip birlikte göreceğiz.
Dün Merkez Bankası aldığı bir kararla, politika faizini 250 baz puan düşürerek yüzde 14'e çekti. TCMB'nin bu kararının arkasında muhtemelen enflasyon beklentilerindeki düşüşte yavaş yavaş kendisini göstermeye başlarken, kur üzerindeki etkisini ayrı ele almak gerekir. Merkez Bankası’nın bu tutumunun özellikle yıl sonu enflasyon üzerindeki indirim beklentisi olduğu bir hayli bariz. Ancak enflasyonun para politikalarına tepkisinin genellikle 1 yılın üzerinde bir zamana yayıldığını da unutmamak gerekiyor. Mevcut indirimin dolar üzerindeki etkisi aynı şekilde olmayabilir ve doların yukarıya doğru bir seyir göstermesine neden olabilir. Reel ekonomilerde genellikle bu tür enflasyon ve faiz üzerindeki etkilerin yabancı paranın artışına neden olduğuna dair sonuçlar maalesef biraz daha fazla. Dövizi yakından takip etmemiz gereken bir dönem, yukarı seyri ithalatı azaltırken, aslında ihracat üzerinde de beklenildiği gibi olumlu değil, daha çok olumsuz seyir yaratmakta.
Tabi iyi gelişmeleri daha çok beklediğimiz bir döneme girdiğimizi söylemek mümkün. Bu esnada gelen güzel bir haber daha oldu ve etkileri eminim yakında ortaya çıkacaktır. Dünya Bankası’nın hazırladığı İş Yapma Kolaylığı Endeksi’nde (Doing Business Index) geçtiğimiz yıl sağlanan 17 basamaklık yükselme ile 60. sıradan 43’üncülüğe çıkmış idik. Bu yıl açıklanan 2020 raporuna göre de 43. sıradan 10 sıra daha yükselerek 33. ülke konumuna geldik. Umuyor ve diliyorum ki yabancı sermayenin bu gelişme dikkatini çeker ve özlediğimiz sermaye akışı yeniden canlanmaya başlar.
KAYITDIŞI OLMAK MI KAYITSIZ KALMAK MI (18.10.2019 / DÜNYA)
Kayıt dışı ekonomilerin ülkelerde açtığı yaraların hesabı çok tutulur daha doğrusu tutulmaya çalışılır. Ne denli başarı elde edilir, ne tür önlemler alınır elbette tartışılır. Ama böyle bir gerçeğin var olduğunu kabul etmek ve ona kayıtsız kalmamak dahi son derece önemli. Özellikle az gelişmiş ülkelerde görülen bir durum diye düşünsek de, kayıt dışılığın günümüzde gelişmiş ülkelerde de önemli boyutlara ulaştığı bir gerçek. Ancak hiç şüphesiz az gelişmiş ülkelerde, genel ekonominin ve vergi düzeninin tam oturmamış olması, bu tür ülkelerde daha fazla kayıt dışılığın olduğunu bize göstermekte ve düşündürmekte.
Kayıt dışı ekonomi, en basit tanımı ile kayıtlı oymayan ekonomik faaliyetler, yeraltı ekonomisi, resmi ekonomi, vergilendirilmeyen ekonomi, marjinal ekonomi, gizli ekonomi, örtülü ekonomi, enformel ekonomi, kara ekonomi ifadeleri ile açıklanmakta. Gerçekte GSMH hesaplarını elde etmede kullanılan bilinen istatistiki yöntemlere göre tahmin edilemeyen gelir yaratıcı ekonomik faaliyetlerin tümü olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Diğer bir deyişle resmi kayıtlara girmeyen ve elbette Vergi Daireleri’ne sunulan bilançolar sonucunda vergisi ödenmiş gelir olmayan kazançların oluşturduğu ekonomi anlamına gelmektedir. Bu gelirler, yasal belgelere ya hiç yansımamış, ya da eksik yansımıştır.
Kayıt dışı ekonomik geliri olan taraflar vergi ödemedikleri için bu gelirlerinden, vergisi ödenmiş gelir sahiplerine göre daha çok yatırım yapabilme ve dolayısıyla onlardan daha çok zengin olma olanağına sahiptirler. Bunun yanında kayıt dışı gelirde kâr payı dağıtımı gibi unsurlar olmadığından elde kalan para büyüktür.
Kayıt dışılığın bir ülkede oluşmasına neden olan temel unsurların neler olduğuna baktığımızda, en başta karşımıza ülkedeki vergi oranlarının yüksekliği çıkmakta. Yanı sıra vergi ile ilgili mevzuatların fazlalığı, yapılan bazı harcamaların gider olarak gösterilememesi, siyasal nedenler, ekonomik düzenlemelerin ve bürokrasinin fazlalığı, sigorta primlerinin yüksekliği, enflasyonun varlığı, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi unsurlar çıkarken, ülke ekonomilerinde yeterli katma değerli üretimin elde edilememesinin ve kişi başına düşen gelir yetersizliğinin de etmen olduğunu unutmamak gerekir. Pek çok işveren bu konudaki savunmasını yaparken, eminim kayıt dışına başvurmaması halinde kapıya kilit vurması gerektiği savunmasını yapacaktır. Elbette bu durumun sürdürülebilir olmadığını göz ardı etmek pek çok işverenin de işine gelmekte.
Ürünlerini kayıtlı ekonomi içinde bulun firmalardan daha ucuza mal etikleri için ucuza satabilmeleri elbette bir haksız kazanç yaratmaktadır. Yani işletme sahibi yanarım biterim derken, rakibine karşı üstünlük sağladığını göz ardı etmektedir. Devletin ekonomik veriler üzerinde planlama yapmasını olumsuz yönde etkiler ve milli gelir hesaplarına girmediğinden ekonomik veriler üzerinde olumsuz yönde etkisi olur. Bu da hiç şüphesiz yapılan hesaplamaların da güvenilirliğinin azalmasına sebep olurken, devletin vergi gelirlerinin azalmasına neden olmaktadır. Tabi devletler doğal olarak buradaki açığı kayıt içinde yer alan firmalara daha yüksek maliyetle yüklemek durumunda kalmaktalar.
Özellikle haksız rekabet açısından kayıt dışı ekonomi ile mücadele devletler için büyük önem taşımakta. Mücadelenin başarısız olması, devlete karşı bir başkaldırı yaratmakta, ahlaki değerleri bozmakta ve sonuçta enflasyon ve işsizliği artırırken yatırımları ve üretimi azaltmakta. Vergi sisteminin sadeleştirilmesi, vergi sistemindeki vergi çeşitlerinin azaltılması, vergi oranlarının ve sigorta primlerinin daha makul hale getirilmesi, bürokrasinin azaltılması ve daha sade hale getirilmesi temel çözüm noktalarını oluşturmakta.
Türkiye ekonomisindeki kayıt dışı oranı yüzde 28.72. Bu oran, OECD’nin 34 ülkesinin en yükseği. ABD sadece yüzde 7.95 olan kayıt dışı ekonomi oranıyla OECD’nin en iyisi olurken yapılan araştırmalar 2023’te ekonomideki kayıt dışılık oranının yüzde 24 olacağını gösteriyor.
Kayıt dışı konusu üzerine çok konuşmamız gereken bir konu. Maliye Bakanlığı bu konuda önemli bir AB projesine imza attı. Dış Ticarete ilişkin programın koordinatörlüğünü bizzat yürütüyor olacağım için, konuya dair ümit ediyorum güzel gelişmeleri yine sık sık sizlerle
paylaşma imkanım olacak. Kayıt dışı ekonomi ağrıyan yaramız, yeter ki ona karşı kayıtsız kalmayalım.
DIŞ TİCARETE YÖN VERENLERE SELAM OLSUN (11.10.2019 / DÜNYA)
Ve sonunda hayallerimizi gerçekleştirmek üzere adımımızı attık, Türkiye’ye, dış ticaretin gelişmesine önemli bir katkı sağlayacağına inandığımız derneğimizi yaşama geçirdik. Derneğin adı, “Dış Ticarete Yön Verenler”.
Dış Ticaretin ülke için önemini o kadar çok anlattım ki tekrar tekrar dile getirmeye gerek yok. Ama bir noktadaki boşluğu bu dernek ile dolduracağımıza inanıyorum. Türkiye İhracatçılar Meclisi başta olmak üzere, tüm İhracatçı Birliklerimizin ve elbette bu yönde katkı sağlayan pek çok sivil toplum örgünün varlığına rağmen, profesyonellerin de dış ticaretin gerek sorunlarına, gerekse gelişimine katkı sağlayacak kişilerin seslerini duyurmak ve fikirlerinden yararlanmak gerekliliği bizim aklımıza bu derneğe olan ihtiyacı getirdi.
İthalat ve ihracat alanında şirketlerde görev yapan profesyoneller, lojistik faaliyet gösteren şirketlerde görev yapanlar, Gümrük müşavirleri, yardımcıları, bünyelerinde çalışan profesyoneller, dış ticaret üzerine muhtelif faaliyetlerde veya görevlerde bulunan çalışanlar veya yöneticiler. Bu kişilerin hepsi derneğin birer üyesi olabilecek.
Türkiye’nin önde gelen firmalarının dış ticaret yöneticileri bu oluşumun ilk kurucuları arasında yer aldılar. Eda Denizyaran, Ersoy Akdemir, Fatih Kemal Barış, Meltem Albayrak, Mert Şenocak, Nagihan Erbil, Şenol Altuntaş ve Tansu Baktıran; benimle birlikte derneğin kurucuları arasında yer alan dostlarım; her biri konusunun üstadı. Fikre hemen sahip çıkarak bu işe gönül koydukları için her birisine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu dernek ileride çok aktif olacağı için kısaca neler yapacağına değinmek isterim. Evvela ana hedef Türkiye’nin dış ticaretinin gelişmesine yönelik ortak çalışmalar yürütmek olacak. Yani ana fikir bu, bizzat uygulamacılardan oluşacağı için, yukarıda saydığım kuruluşlardan daha farklı bir kimliğe sahip olması en önemli özelliği. Yani bu defa sadece işverenler veya hissedarlar değil, bizzat işi yapanlar ve uygulayanlar dış ticaretin işleyişine yön veriyor olacaklar. Örneğin E-Ticaret konusunda çok daha fazla fırsata sahip olduğumuz halde hangi teknik zorluk veya engeller hız kesiyor gibi konuları dernek araştıracak tavsiyeler sunacak. Yapılan çalışmalar ve oluşturulacak çalışma grupları ile oluşacak önerilerin Kamu’ya sunularak, geliştirici önerilerde bulunmak, yapılan çalışmalar çerçevesinde gerekirse; yurtdışı kuruluşları, ticari ateşelikler, TİM veya İhracatçı Birlikleri ile işbirliği projeleri geliştirmek, bahse konu çalışmaların sonucunda oluşacak eğitim önerileri ile gerek Üniversiteler, gerekse Meslek Liselerinin Dış Ticaret, Gümrük ve Lojistik bölümlerine tavsiyeler sunmak ve ortak programlar geliştirmek yine hedefler arasında.
Dış ticaretin geliştirilmesi için araştırmalar yapmak, yaşanan sorunları belirlemek, bunları üyeler ile paylaşıp sorunun çözümüne ilişkin çalışmalar yapmak, eğitim, seminer ve konferanslar düzenlemek, dış ticaret verilerini düzenli olarak takip etmek, rapor tutmak ve bunları dernek üyeleri ve ilgili merciiler ile paylaşarak dış ticaretimizi geliştirmeye yönelik çalışmalarda bulunmak, uluslararası faaliyetlerde bulunarak, amaçlarımız doğrultusunda yurtdışında bulunan dernek veya kuruluşlara üye olmak ve ortak çalışmalar yapmak, çalışmaları duyurmak için gazete, dergi veya doküman yayınlamak, dış Ticaret alanında bilimsel ya da teknik konularda çatışma yaşanması durumunda mahkemeye ya da firmalara arabuluculuk yapmak ise gidiş yollarımızda kullanacağımız enstrümanlar.
Biz inanıyoruz ki Türkiye’nin ekonomik anlamda refahı dış ticaretin gelişmesinden geçiyor. Ve yine inanıyoruz ki, istişare ile, bilimsel çalışmalar ile en önemlisi de emek verenlerin görüşleri ve katkıları ile bu konuda çığır açabiliriz. İşte bu amaçla kurulan derneğimizin vatana millete hayırlı olmasını dilerken, herkesi derneğimize üye olmaya davet ediyoruz. Öyle ki bu alanda eğitim alan öğrencilerin dahi üye olabileceğini belirtmek isteri. Unutmamalıyız ki biz hep birlikte bir gücüz ve bu güce en çok bugün ihtiyacımız var. Eminim ki istişare bizim başarımızın anahtarını oluşturacaktır. (Üye olmak isteyenler doğrudan bana veya info@disticareteyonverenler.com’a mail atabilirler)
HEDEF AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’Mİ? (13.09.2019 / DÜNYA)
Türkiye’den 5 günlük bir ABD Ticaret Bakanı rüzgarı geldi ve geçti. Bakan giderken yaptığı açıklamada da tabiri caizse kendisine göre raconu kesti ve Türk şirketleri ABD pazarını bilmiyor diyerek kendince konuyu özetledi.
Şöyle bir eski yazılarımı kurcalayayım dedim. Çünkü daha önce de ABD ile ticaretin önemine değindiğimi hatırlıyorum. 21 Aralık 2018 tarihli köşe yazımda Yeni Rota ABD başlığını atarken, ABD’ye olan ticaret hacmimizi geliştirmeye odaklanmamız gerektiğinin özellikle altını çizmiştim. Çok değil sadece 9 ay öncesinden söz ediyorum.
ABD’ye olan ihracatımız, toplam ihracatımız içerisinde henüz büyük bir yüzdeye sahip değilse de, ihracat yaptığımız ürünlerin Demir Çelik sektörü ağırlıklı olması ve ABD’nin bu sektörlere ilişkin engelleyici tedbirler uygulamış olması, mevcut ihracatımızda önemli bir düşüşe de neden oldu. Bir taraftan sayın Bakan ABD pazarını bilmediğimizi söylerken, diğer yandan unutmamak gerekir ki ABD, sübvansiyonlara en fazla başvuran ülkelerden biri konumunda. Bununla beraber, ABD’nin belli bir ülkeye karşı yürütülen anti-damping ve sübvansiyon soruşturmalarını çoğunlukla eş zamanlı olarak başlattığı da rahatlıkla görünmekte. Mevcut DTÖ mevzuatı uygulamaya konulan anti-damping ve telafi edici vergi önlemlerinin 5’er yıllık sürelerin sonunda uzatılmasına olanak vermekte olup, bu durum ABD tarafından sıklıkla kullanılmakta ve ülkemiz ihracatçıları bu uygulamadan da olumsuz yönde etkilenmekte.
Aslında geçmişte hepimiz biliyoruz ki, Türkiye ABD’ye ihracat yapma konusunda daha istekli ve daha fazla çaba harcar durumda idi. Sonrasında gerek kur etkisi, gerekse ABD’nin daha ucuz ürün üreten ülkelere taleplerini kaydırması ile, başta tekstilciler olmak üzere, pek çok firma bu konuda heyecanını yitirir oldu. Mermer ve demir çelik sektörü belki bu yönde bir adım atmamış olsa da, bu sektörlere ilişkin yeterince katma değer yaratılmadığını da söylemek gerekir. Öyle ki, bizden satın aldıkları ürünleri yüksek karlar ile yine ABD’ye pazarlayan bazı Avrupa ülkelerinin var olduğunu bildiğim için, kaymağı yiyememiş olmanın üzüntüsünü taşıdığımı belirtmeliyim.
ABD Ticaret Bakanı Ross, 2 ülkenin 100 milyar dolarlık ticaret hedefinde her sektör için detaylı yol haritası olduğunu, bu hedefin 2 adet 50 milyar dolarlık parçadan oluştuğunu vurgularken, her iki ülkenin de birbirine 50 milyar dolarlık ihracat yapabilme potansiyeli olduğunu kastediyordu. İhracatçılarımız açısından bakıldığında tekstil, otomotiv, enerji, mobilya ürünlerine odaklanılması gerektiğini ve yapısal düzenlemeler gerektiğini de belirten Bakan Ross, Türkiye'de küçük şirketin çok sayıda olduğunu ancak rekabet için büyük olunması gerektiğinin de altını çizerken, Türk şirketlerinin ABD pazarını bilmediğini de özellikle belirtti. Küçük şirketlerin konsolidasyon da ve otomasyonda her zaman daha fazla zorlandığını da özellikle belirtirken, yüksek adetli ürün ithal eden bir ülke konumunda olması sebebiyle aslında doğru bir noktaya işaret ediyordu.
Şimdi bir yandan ticareti geliştirelim diyen Bakan Ross, diğer yandan ortada olan gerçekler. Mesela, konuşmalarında Türkiye ile Serbest Ticaret Anlaşması konusunda bir ışık vermediği gibi, çelik sektörüne halen uygulanmakta olan yüzde 50’lik Gümrük Vergisi’ne dair de bir iyileşmeden söz etmiyor olması, temenniler ile fazlası ile çelişen gelişmeler. Yalnızca ABD’de üretilmeyen ürünlere ilişkin bir muafiyet uygulanması pozitif bir gelişme, ancak yeterli değil.
ABD rüzgarı geldi ve geçti. Bence geçmemeli ve bu ülkeye yönelik ihracatı arttırmaya odaklanmayı sürdürmeliyiz. İhracatta yeni pazarlara ihtiyaç duyduğumuz ve geliştirmek istediğimiz muhakkak. Ancak ABD gibi bir dev ülkenin alıcıları arasındaki yerimizi de asla kaybetmememiz gerektiğine inanan birisi olarak, bu fırsatı daha fazla pozitif hale getirmeye odaklanmamızın şart olduğunun altını çizerek noktayı koyuyorum.
NASIL ETMELİ (06.09.2019 / DÜNYA)
KPMG Türkiye Hakan Ölekli tarafından sunulan Sektörel Bakış – İlk Yarı serisinin Endüstriyel Üretim raporuna göre, sanayi üretiminde 2019’un ilk yarısında kırılgan da olsa bir toparlanma yaşanmakta. Rapora göre yıla zayıf başlayan sektördeki sınırlı toparlanma kısmen de olsa ihracatın gücünü korumasına dayandırıldı. Türk sanayisinin, hem TL’nin reel olarak düşük seviyelerde seyretmesi hem de jeopolitik konumu nedeniyle ihracatını artırmayı sürdürmesi ihracatın önemini bir kez daha ortaya koyuyor.
Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan tarafından açıklanan Ağustos ayı ihracat rakamlarımız ve dış ticaret açığındaki azalma da KPMG’nin raporunu doğrular nitelikte. Her ne kadar kilo başı ihracat değerimizde bir yükselme tespit edemesek de yine de ihracatımızdaki artış memnuniyet verici. Ağustos ayında ihracat yüzde 1,7 artışla 13 milyar 150 milyon dolar olarak gerçekleşirken, ithalatımız yüzde 0,27 azalışla 15 milyar 526 milyon dolar oldu. Dış ticaret açığı Ağustos’ta geçen yılın aynı ayına göre yüzde 9,88 azalarak 2 milyar 376 milyon dolar olarak kayıtlara geçti. Yılın ilk 8 ayında ise ihracat yüzde 2,9 artış ile 117,3 milyar dolara ulaşırken, son 12 aylık ihracatta 180,1 milyar dolar ile Yeni Ekonomi Programı 2019 hedefine daha da yaklaşıldı.
Artık dünya üzerinde güç kavramı, tümü ile ekonomilerin büyüklüğü ve istikrarı ile ölçülür hale gelmiş durumda. Dış ticaretimizin ve gümrük mevzuatımızın doğru işleyebilmesi başta ihracatımızın artması olmak üzere pek çok faydayı da beraberinde getirecektir. Bunlar, ,thal edilmesi gereken hammadde, aramamul veya mamulün dünyanın neresinde olursa olsun ülkemize gelmesinin sağlanabilmesi, getirilen ürünlerin uygun koşul,maliyet ve zaman içerisinde tesliminin sağlanabillmesi, gümrüklü depo (antrepolarda) ve modern anlayışlarla depolanabilmesi, ülke mevzuatına ve uluslararası mevzuata ilişkin gümrükleme rejimine tabi tutularak en kısa ve sağlıklı şekilde fiili ithalinin yapılabilmesi, ithalat yapan firmanın isteği doğrultusunda bu eşyaların depolarda saklanarak gerektiğinde bazı elleçleme işlemlerine tabi tutulabilmesi, fabrikalara veya satışa hazır ürünler ise, son noktaya kadar modern araçlarla dağıtım ve teslimatının sağlanması, ihraç konusu ürünler ise, dünyanın her yerine yine uygun koşul,maliyet ve doğru zamanlarda tesliminin sağlanabilmesi, ülkeden çıkış gümrükleme işlemlerinin yapılabilmesi, gerektiğinde gittiği ülke veya ülkelerdeki her dağıtım noktasına istenilen şekilde dağıtımının yapılabilmesi olarak sayılabilir.
Elbette yukarıda bahsettiğim tabloyu elde edebilmek için de bazı iyileştirmeleri öngörmek mümkün. Örnek vermek gerekirse; Transit Ticaret’in daha fazla yaygınlaştırılabilmesi ve bu konuda başta limanlarımız olmak üzere fiziki alanları daha da zenginleştirmek ve mevzuatlara esneklik getirmek, Gümrük ve Kaçakçılık mevzuatlarımızı daha yalın hale getirmek, ithal edilen ürünlerin, daha hızlı ve gerekirse araç üzerinde gümrüklenmesini sağlayabilmek, basitleştirilmiş usulü yaygınlaştırmak bunlardan sadece bir kaçı. Şüphesiz üretim yapan firmalar bu konuda çok daha fazla olanaklara sahip tutulabilirler. Böylelikle yabancı yatırımcılar için de daha cazip imkanlar yaratmak mümkün hale gelebilir.
Önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek olan ABD Ticaret Bakanı Wilbur Ross’un ziyareti öncesinde, Ticaret Bakan Yardımcısı Tuna Turagay’ın liderliğinde, Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi temsilcilerinin katılımıyla, Uluslararası Yatırımcılar Derneği (YASED) ve Amerikan Şirketler Derneği (AmCham Turkey/ABFT) iş birliği ile düzenlenen ‘ABD-Türkiye Yatırım ve Ticaret İlişkileri İstişare Toplantısı’nda konuşan Ticaret Bakan Yardımcısı Tuna Turagay, uluslararası şirketlerin yaşadığı süreçlerin farkında olduklarını ve bunların zaman içinde aşılacağını söylerken de eminim yabancı yatırımcılara verdiği önemi belirtmek istedi. “Şirketlerin bölgesel merkez olarak Türkiye’yi seçmesi, ekonomiyi büyütür, istihdamı ve ihracatı da artırır. Olaya sadece dış ticaret açısından bakmamak gerekiyor.” derken, YASED Yönetim Kurulu Üyesi Osman Okyay’da ticari ilişkilerin sürdürülebilir olmasının yatırımların güçlendirilmesi için kritik önem taşıdığına değinerek, Türkiye’nin bölgesel bir yatırım merkezi olarak rekabet gücünün artırılmasının önemine değindi.
Olanaklarımızın yeterince farkına varabilir, bu kaynakları kullanabilir ve özellikle bunu yapabilme ve yabancı sermayeyi çekebilme adına tüm dinamiklerimizi eşgüdümlü hale getirirsek dış ticaret hacmimizin büyümesini durduramaz hale geliriz.
ENİNE BOYUNA DIŞ TİCARETİMİZ (30.08.2019 / DÜNYA)
Ben gazetedeki köşemde farkındayım ki yatıyorum dış ticaret, kalkıyorum dış ticaret demeyi sürdürüyorum. Çünkü biliyorum ki ve biliyoruz ki, ekonomimizin düzlüğe çıkmasında dış ticaretin payı büyük. Hele ki ihracat bu işin dinamosunu oluşturmakta. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın açıkladığı "İhracat Ana Planı"na göre, 17 hedef ülke, 5 hedef sektör öne çıkmış durumda. Sektörlere göz attığımız; makine, otomotiv, elektrik-elektronik, kimya ve gıda endüstrilerini görüyoruz.
Bakan Pekcan, 2019-2023 yıllarını kapsayan 11. Kalkınma Planı'nın istikrarlı büyümenin ihracata dayalı olduğunu bir kez daha vurguladı. Bu süre zarfında ulaşılması hedeflenen ihracat rakamının ise 226,6 milyar dolar olduğunu düşündüğümüzde, geçmişteki 500 milyar dolar hedefinin bir hayli altında olsa da daha gerçekçi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Asıl hedefin, dünyadaki ticaret savaşları ve teknolojik dönüşümlerini de yakinen takip ederek bu hedefin de üzerine çıkabilmek olduğunu belirten Bakan, oluşturulan bu plan kapsamında, sürdürülebilir bir ihracat anlayışının hedeflendiğini, ilgili paydaşların katılımıyla yapılan titiz çalışmalar sonucunda 17 hedef ülke seçildiğini belirtirken, ülke seçiminde, ilgili ülkelerin Dünya Gayri Safi Yurtiçi Hasılası'ndan yüzde 60 pay almasının önemsendiğini belirtti. Ayrıca bu ülkeler dünya ithalatının yüzde 43,7'sini gerçekleştirirken, ülkemiz ihracatından da yüzde 25,2 pay almaktalar. ABD, Brezilya, Çin, Etiyopya, Fas, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, Irak, İngiltere, Japonya, Kenya, Malezya, Meksika, Özbekistan, Rusya ve Şili bahse konu ülkeler. En mutlu eden tarafı ise, seçilen sektörlerin teknoloji ağırlıklı ve katma değerli sektörlerden oluşuyor olması. Özellikle KOBİ’lerin daha fazla desteklenerek ihracata özendirilmesi de yine son derece pozitif. Tabi önemli olan tüm bunların sözde değil, realitede yaşama geçirilebiliyor olması hususu.
Diğer yandan Temmuz ayında dış ticaret açığımız yüzde 46,9 daha azalarak 3 milyar 192 milyon dolara gerilerken, ihracat 2019 yılı Temmuz ayında, 2018 yılının aynı ayına göre %7,9 artış gösterdi ve 15 milyar 160 milyon dolar olarak gerçekleşti. İthalat ise %8,5 azalarak 18 milyar 351 milyon dolar olarak tamamlandı.
Almanya'ya yapılan ihracat 2019 Temmuz ayında 1 milyar 379 milyon dolar ile ilk sırada yer alırken, bu ülkeyi yakında Brexit kapsamına girmesi ile nasıl bir etki yaratacağını merak ettiğimiz Birleşik Krallık 1 milyar 91 milyon dolar ile takip etti. Rusya'dan yapılan ithalat, 2019 yılı Temmuz ayında 2 milyar 90 milyon dolar olurken, bu ülkeyi sırasıyla 1 milyar 728 milyon dolar ile Almanya, 1 milyar 663 milyon dolar ile Çin ve 1 milyar 324 milyon dolar ile ABD izledi. Temmuz ayında ihracatın ithalatı karşılama oranı %82,7 oldu.
Yani bir tarafta ihracatı arttırma çabası, diğer tarafta dış ticaret açığındaki düşüş elbette kulağa hoş gelen kavramlar. Umuyor ve diliyorum ki, reel yaşamımızda bunun etkilerini daha çok hissetmeye başlarız. Ticaret savaşları hız kesiyor mu diye de bakmak ve pozisyon almak da önemli elbette, hız kesmiyor ve korumacılık kavramı yine gündemi meşgul etmeyi de sürdürüyor. Asla pes etmemek, tam tersine bu durumu fırsata çevirmek, profesyonelce davranıp; dış ticareti de profesyonelce yönetmeye çalışmak olması gerekenler. Bu noktada firmalar, Gümrük Müşavirliği hizmetinden lojistik hizmetlerine varıncaya dek, tecrübeli ekiplerin desteğini alarak yürümeli, büyük işler yapmak için büyük düşünmeliler.
30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutladığımız bu gün, milletçe daha fazla kenetlenmemiz gerektiğini hissediyoruz ve milli duygularımız kabarıyor, ama bu yeterli değil. Hepimiz üzerimize düşenin çok daha fazlasını yapmalıyız, ama yalnızca lafta değil. Devlet, kendi sorumluluklarını yerine getirmek için çabalamayı sürdürmeli, bizler ise, çağdaş ve tarihimize yakışan bir hayat biçimini korumalı, nereden geldiğimizi asla unutmamalı, eğitimi her ne pahasına olursa olsun önde tutmalı, dil-din-ırk ayırımı gözetmeksizin, her zaman olduğu gibi yine birlik içinde ve dostça yaşamayı bilen, çalışkan, dürüst, girişimci bir toplum olabilmeliyiz.
Ulu önder Atatürk’te yaşasaydı bundan daha fazlasını istemezdi herhalde…
DIŞ BORÇ DIŞ TİCARET DENGESİ ÜSTÜNE BİR DE FAİZ ETKİSİ ACABA NELER BEKLİYOR BİZİ
(23.08.2019 / DÜNYA)
Yaz sezonu yavaş yavaş sona ererken, her geçen gün ve Eylül ayına daha da yaklaştıkça yeni bir ekonomik takvimin de başladığını fazlası ile hissediyoruz. Malum yaz da çabuk geçiyor, yıllar da. Köşe yazarlığı tarihimde en uzun başlığım bugünkü yazım oldu galiba. Aslında birkaç şeyi aynı anda ele alarak aralarındaki denge ve ilişki ile bir gelecek perspektifi çizme isteğimden kaynaklandığını itiraf etmeliyim.
Geçtiğimiz gün Merkez Bankası tarafından dış borçlarımızın envanteri açıklandı. Evvela kısaca tabloya bir göz atalım. Haziran sonu itibarıyla kısa vadeli dış borç stoku, 2018 yıl sonuna göre yüzde 5 artışla 122,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu dönemde, bankalar kaynaklı kısa vadeli dış borç stoku yüzde 0,1 azalarak 57,1 milyar dolar olurken, diğer sektörlerin kısa vadeli dış borç stoku yüzde 10 artarak 59,3 milyar dolar düzeyinde gerçekleşti. Bankaların yurt dışından kullandıkları kısa vadeli krediler, geçen yıl sonuna göre yüzde 8,3 azalarak 10,2 milyar dolara geriledi. Banka hariç yurt dışı yerleşiklerin döviz tevdiat hesabı yüzde 5,4 artarak 20,0 milyar dolar, yurt dışı yerleşik bankaların mevduatı da yüzde 1,3 artışla 13,2 milyar dolar olarak gerçekleşti. Diğer sektörler altında yer alan ithalat borçları, 2018 yıl sonuna göre yüzde 2,8 artarak 41 milyar dolara yükseldi.
Verileri en çok borçlu bazında incelemek bize daha fazla fikir verecektir. Bu sebeple altını çizmek istediğim durum özetini şöyle ifade edebilirim. Tamamı kamu bankalarından oluşan kamu sektörünün kısa vadeli borcu 2018 yıl sonuna göre yüzde 4,1 artarak 23,4 milyar dolara ulaşırken, özel sektörün kısa vadeli dış borcu yüzde 5 artarak 93 milyar dolara çıktı. Yani özel sektörümüz kısa vadede yurtdışına tamı tamına 93 milyar dolar borç ödemek durumunda. Bu borcun bir kısmı bankalar kaynaklı kredilerden, bir kısmı ise elbette gerçekleştirilen ithalatlardan oluşmakta.
Borçları ödemede en çok ihtiyaç duyduğumuz parasal değerin yabancı para olduğunu düşündüğümüzde, döviz girişini hızlandıracak formüllere göz atmak gerekiyor. Yaz döneminde önemli bir döviz girişini elbette turizm sağlıyor. 2019’un bu manada iyi bir yıl olduğunu öncelikle söylemek gerekir. Türkiye'ye gelen turistlerin bu yılın ilk 7 ayında yaptığı alışveriş geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 70 artış göstermiş durumda. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, İsrail, Mısır, Irak ve Libya'dan gelen ziyaretçiler alışveriş harcamalarında bir hayli üst sıralarda yer alarak ülkemize en çok döviz getiren ülkeler oldular. Özellikle perakende sektörünün de Arap ülkelerinin ziyaretçilerinden önemli ölçüde fayda sağladıklarını belirtmek gerekir.
Döviz getirisinde asıl önemli faydayı ihracatın sağlayacağı muhakkak. Ancak ondan önce iç piyasadaki durumumuza bir göz atmakta yarar var. Faizlerdeki düşüşün piyasaya yansımasıyla ile birlikte reel sektörde hareketlenme ve iştahın da artması, daha canlı bir ekonomi modelinin oluşmasını beklediğimiz bu günlerde, gelişmeler çok da fazla bunun gerçekleşemediğini ortaya koyuyor. Reel faizler kamu bankaları tarafında bir parça gerilemiş olsa da özel bankalar buna çok da fazla ayak uyduramadılar ve kredi ve harcamalar konusunda henüz beklenen patlama oluşmadı. Araç satışlarının yüksek oranda düşmesi, beyaz eşyada ve mobilyada evlilik sezonuna rağmen hareketliliğin olmaması da bunun önemli göstergeleri. Elbette enflasyon ile birlikte fiyatların yükselmiş olmasının da bunda payı büyük.
Özel sektörün önündeki dış borcun yüksekliği de yine karşımıza ihracattan başka yolun olmadığını ve daha yüksek kar marjları elde edilebilecek ihracat kanallarına bir an önce yönelmemiz gerekliliğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Aksi halde borcun ödenmesinde ortaya çıkacak zorluklar, dış ticaretçilerimizi de olumsuz etkileyebilir. Harcamalar bayram ve yaz etkisi ile yükselirken, elbette bunun enflasyon üzerindeki etkisinin de açacağı yaraları daha iyi yönetmek gerekiyor.
İhracatı arttırmak dış ticaretçiyi rahatlatmak son derece önemli, ancak bu elbette kısa vadeli değil, uzun vadeli bir çözümün başlangıcı. Kısa vadede ise, piyasaların güven endeksini yeniden oluşturarak, yabancı sermayeli firmaları ve yatırımcıları Türkiye’ye ikna etmek en doğru çözüm olsa gerek. Bunun için de tüm siyasilerin ve otoritelerin, dışarıya karşı güven ve barış mesajlarını daha net vermeleri olmazsa olmaz. Ekonomideki ve para piyasasının gerekli gördüğü pek çok argümanın kullanılmaya çalışılmasına rağmen, henüz istenilen noktaya ulaşılamamış olması, bana Einstein’in sözünü hatırlatıyor. “Farklı sonuçlar elde etmek için, yolu değiştirmek gerekir.” Aynı yollar ile farklı sonuçlar elde etmek yerine bir an önce daha farklı, içerisinde siyasi güvenin daha fazla olduğu yolları bir an önce devreye almalıyız. Her zaman her tür krizi ve zorluğu aşmayı başarmış bir ülke ve toplum olarak, bunu da aşmak hiç de zor olmayacaktır.
BAYRAM KİME YARADI (16.08.2019 / DÜNYA)
Ağustos’un 17’sine geldik bile. Her ne kadar Kurban Bayram’ını geride bırakmış gibi görünsek de, iş dünyasının büyük bir kısmı yazın sonlarına geliniyor olmasından ötürü bu haftanın tamamını tatil ile geçirmeyi yeğledi. Özellikle üretimde pek çok sektörde ise, “shutdown” diye adlandırılan, yani fabrikanın üretimini durdurması ve dinlendirmesi dönemi de yine bu ayın içerisinde gerçekleştirildi. Yani iyimser bir bakış açısı ile piyasa yeniden ancak 20 Ağustos’ta kendisine gelecek gibi görünüyor. 30 Ağustos Zafer Bayram’ı da maalesef pek çok kişi için tatil anlamına geldiği için ve Cuma gününe denk geldiğinden bir tatil daha planlayalım diyen de epey olacak gibi. Eh bu da yine bizim tezi doğruluyor ve Eylül başına kadar piyasaların da, üretimin de randımansız geçtiğini ve geçeceğini işaret ediyor.
Elbette bu dönemi son derece pozitif yönde değerlendirenler de var. Hiç kuşkusuz turizm ve eğlence sektörleri bu konuda başı çekiyorlar. Özellikle turizmin bu yıl parlak bir sene geçirdiğine hep beraber şahit oluyoruz. Peki tüm bu çok da kontrol edemediğimiz gelişmeler olur iken, ekonomi bu durumdan nasıl etkileniyor, gelin ona bir bakalım. Ve hatta turizm demişken de evvela oradan başlayalım.
Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Başkanı Firuz Bağlıkaya, bayram döneminde tatil satışlarının ortalama 4 gece, 5 gün olarak şekillendiğini belirterek, "Bu dönemde daha çok Antalya, Bodrum, Kuşadası, Marmaris ve Çeşme öne çıktı" derken, Türkiye Otelciler Federasyonu Başkanı Osman Ayık, bu bayram dönemi için yurtdışından çok ciddi bir talep olduğunu, tesislerde dolulukların yüzde 90'ın üzerine çıktığını belirtmiş, bayram haftası bu oranın yüzde 100'e ulaşacağı bilgisini vermişti. Öyle de oldu. Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Federasyonu Başkanı Bendevi Palandöken, Kurban Bayramı döneminde ülke genelinde 25 milyar liralık ciro yaratıldığını, yeme-içmeden tekstile, turizmden perakendeye kadar hemen hemen bütün sektörlerin bu hareketten olumlu etkilendiğini dile getirirken, Birleşmiş Markalar Derneği Başkanı Sinan Öncel ise, "Sahil beldelerindeki mağazaların satışlarında büyük artışlar öngörüyoruz. Markalar, yazlık giyim stoklarını indirimli satışlarla bu mağazalarında eritecek. Kurban Bayramı'nın yaz döneminin son büyük satış hamlesi olacağını söylemek mümkün." değerlendirmesini yaptı.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, turizm sektörü, bayram dolayısı ile oluşan 8-9 milyar TL civarındaki bu hareketlilikten son derece memnunken, perakende ve tüketim sektörleri de yine aynı şekilde verimli bir tatil dönemini geride bırakmış oluyorlar. Hayvan kesimi amaçlı ticaret ile yaratılan bir 10 milyar TL’lik daha hareketliliği üzerine eklediğimizde, Kurban Bayramı’nın 20 milyar TL’ye yakın bir endüstri yarattığını söylemek mümkün.
Gelgelelim sanayideki duruma. Bayram öncesi yapılan açıklamalar, sanayideki durağanlığın işveren kesimi ne denli endişelendirdiğine dair önemli noktalara işaret ediyor. Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ve Tüm Restoranlar ve Turizmciler Derneği Genel Başkanı Ramazan Bingöl, uzun tatile karşı çıkan ilk isimler oldular. Sonrasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Samsun Ticaret ve Sanayi Odası (TSO) Yönetim Kurulu Başkanı Salih Zeki Murzioğlu da Kurban Bayramı tatilinin birleştirilmesini istemediğini belirtirken, “İşçiler ister. Tatil yapacaklar ama benim iş yerim duracak. Ben 9 gün primini ödeyeceğim. Ben taraftar değilim. O tatili verdiğin zaman benden gidiyor. Emekçiler bunu ister ama işveren olarak ben istemem” açıklamasında bulunurken, işverenin kaybını en yalın hali ile gözler önüne sermiş oldu.
Şimdi buradan nasıl bir çıkarım yapmak gerekir, gelelim ona. Bir tarafta tüketimin artması için tatilin uzamasını isteyen kesimler varken, diğer taraftan iş kaybından yakınan sanayiciler ve tüccarlar. Sonuçta tatil 9 güne çıkmadı ve yaşama yazımın başında belirttiğim gibi bir parça aksayarak da olsa geri dönüldü. Piyasada para dönmesi ve esnafın hareketlenmesi elbette sevindirici; ancak bizim turizmde daha çok ihtiyacımız olan döviz getirecek yabancı turist. Yurtiçinde kendi içimizdeki para hareketliliğinin ekonomiye etkisi elbette olsa da, milli geliri büyütme ve cari dengeye olumlu katkı ancak döviz girişi ile sağlanabilmekte. Yurtdışında yaşayan Türk’lerin ve gelen yabancı turistlerin sayısındaki artış bu yönde önemli bir fayda sağlıyor. Fakat genelde söylediğim gibi ülkemizin asıl ihtiyacı olan döviz gelirini elde etmekte ihracatın ve dolayısı ile üretimin payı son derece büyük. Şu kadar TL daha kazanabilirdik ve şu kadar TL’lik üretim ve satış kaybımız oldu türünde matematiksel verilere girmek istemiyorum, sonuçta bayram uzamadı ve moralleri yüksek tutmamız da en az o kadar önemli. Ancak üretimi mümkün olduğunca kesintiye uğratmayacak şekilde hareket etmek açısından iş dünyasından yapılan açıklamalara katılmamak mümkün değil. Gönül ister ki, 9 gün değil, vatandaşımız 19 gün kesintisiz tatil yapsın. Ancak, gelir seviyemiz ve ekonomik tablolarımız ne yazık ki ülke olarak daha az çalışmamıza ve üretmemize imkan vermediği gibi, neredeyse kesintisiz çalışmamızı zorunlu kılar durumda.
Hani bundan sonra da bu tür gündemler hep olacağı için empati yaparak hareket etmek ve ortak paydada buluşmak en iyisi olsa gerek.
AYRIL DA GEL İNGİLTERE !!! (09.08.2019 / DÜNYA)
Bu ne öfkedir ve ne pişmanlıktır ki, İngiltere’nin taze Başbakanı Boris Johnson twitter mesajı ile tüm dünyaya “We are going to restore trust in our democracy and leave the EU by 31 October” yani "Demokrasiye olan güvenimizi yeniden kazanacağız ve AB'yi 31 Ekim'e kadar terk edeceğiz" ifadesini kullandı. Bir ülke başbakanı bir siyasi oluşumu terk etme ifadesini bence ancak büyük bir öfkenin sonucunda söyleyebilir. Seçim öncesi Brexit’i hayata geçirme söylemi ile oy topladığı için de elbette bu konuyu gündeme getirmesi doğal, ancak artık bir daha orada olmamız imkansız der gibi bir yaklaşım ise hayli düşündürücü. Biliyorduk madem neden bu kadar takılıyorum diye merak edenleriniz olabilir. Bizler Johnson gelirken, Brexit’den ayrılma kararını zaten satın aldık ve kabullendik. Beni asıl düşündüren ve endişe ettiren husus, İngiltere’nin bu yaklaşımı diğer ülkeler ile karşılıklı serbest ticaret uygulamalarında da benzer bir tavrı takınacak olma ihtimali. Zira işte böyle bir karar İngiltere’ye yaptığımız ihracatı ciddi anlamda sekteye uğratabilir. O yüzden de İngiltere’ye ayrıl, ama bize gel demek geldi içimden ve başlığı da bu şekilde atayım dedim.
Doğal olarak merak edilen, İngiltere’ye ihracat rakamımız ve nasıl bir kayba uğrayacağımız konusu. Brexit'in anlaşmasız gerçekleşmesi Türkiye yıllık ihracatında yaklaşık 2,5 milyar dolarlık bir kayıp yaşayacak. Toplam ihracatımız içerisinde çok büyük bir oran teşkil etmese de, otomotiv ve tekstil ihracatçılarını böyle bir durumun olumsuz etkileyeceğini söylemek mümkün.
Anlaşmasız bir ayrılık da İngiltere’yi, ithalatının büyük kısmını AB'den yaptığı için, gıda ve ilaç başta olmak üzere pek çok kalemde kriz yaşayacak gibi görünüyor. Avrupa Birliği hali hazırda İngiltere'nin en büyük ticari ortağı konumunda bulunuyor. Ülkenin ihracatının yüzde 44'ü, ithalatının da yüzde 53'ü AB ile yapılıyor. Anlaşmasız ayrılığın da ilk olarak etkisini bu alanda göstermesi bekleniyor. İngiltere'nin AB'den ithal ettiği en önemli temel ihtiyaç kalemini tıbbi malzeme ve ilaç teşkil ediyor. Bu alanda yüzde 90 oranında dışa bağımlı olan İngiltere, bu oranın yüzde 45'ini AB'den karşılıyor.
İngiltere, gıda ihtiyacının da yüzde 47'sini ithal ediyor. AB ülkelerinden yaptığı gıda ithalatı ise yüzde 27 oranında. Anlaşmasız Brexit durumunda bazı kalemlerin temininde sıkıntı yaşanabilecek, özellikle tarım ürünlerinde, gümrük vergileri nedeniyle yüzde 60'a varan oranlarda fiyat artışı olabilecek.
Anlaşmasız Brexit, bir gecede İngiltere'de kendi ükelerindeymiş gibi yaşayan 3 milyon AB vatandaşını da "turiste" dönüştürebilir. AB vatandaşları, yeni koşullara göre çalışma izni almaya veya ülkeyi terk etmeye mecbur kalabilecekken, AB ülkelerinde yaşayan 1 milyon civarındaki İngiliz’in de kaderi aynı şekilde olacak görünüyor. Devreye alınacak vize uygulaması, turizmi olumsuz etkilerken, hava yolu şirketlerini de krize sokabilir. Ve hatta ev fiyatlarında da ciddi bir düşüşe neden olabilir. Zaten İngiliz merkez bankası da ev fiyatlarının 3 yılda yüzde 30 düşeceğine neredeyse kesin gözüyle bakıyor.
Anlaşmasız Brexit durumunda, İngiltere ile AB sınırlarında gümrük kontrollerinin başlayacak olması asıl İngilizleri en çok düşündüren nokta. Hiç de alışkın olmadıkları bürokratik işlemler ve sınır kapılarında oluşacak kuyruklar İngilizler tarafından nasıl yönetilecek, belirsiz. Bu konuda Türkiye’de İngiliz Ticaret Odası tarafından ağırlanan heyetlerle toplantılara katılmış birisi olarak, duydukları endişeyi yakından gördüğümü belirtebilirim.
Özetle Brexit, İngiltere ekonomisinde yaklaşık yüzde 10 oranına bir küçülmeye yol açacak gibi duruyor. Artması muhtemel enflasyon da yine tehditlerden bir diğeri. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard&Poor's geçen yıl yayımladığı değerlendirme notunda, İngiltere'nin AB'den anlaşmasız şekilde ayrılması halinde ülkede işsizliğin yüzde 4'ten 7,4'e yükselebileceği uyarısında bulunmuştu.
Ben bunları biliyor ve görebiliyorsam, elbette İngiltere Başbakanı da görüyor, düşünüyor ve bazı tedbirler alıyordur. Eh şurada Ekim’e de bir şey kalmadı. En iyisi hep birlikte arkamıza yaslanalım ve bir hayli merak uyandıran İngiliz filmini beklemeye başlayalım.